Doktor, Hamza ve Bebeçin
Dışarıdan gelen kapı sesiyle gözlerini hafifçe araladı. Gün ışığı gözlerini kamaştırdı, hızla geri kapadı. Bir süredir telaşı yoktu güne erkenden başlamaya. Kendini uykunun tatlı kollarına bırakmak ona iyi geliyordu. Ayrıca uyku onu, rüyalarda da olsa çocukluğuna, hayatının o en sevdiği günlerine götürebilen tek yoldu. Yavaş yavaş uykunun o tanıdık güvenli boşluğuna doğru çekildi, binadan gelen sesler uzaklaşmaya başlamıştı. Tam kendinden geçmişti ki, önce bir teneke takırtısı, ardından da o bildik gür sesle irkildi.
“Ulaaaannn kaç kere dedim şu lanet kova burada durmasın diye! Ama dinleyen kim.”
Barınağın temizlik işlerini yapan iri kıyım Nazif’in sesiydi bu. Sürekli söylendiği için adamın sesini de, kelimelerini de artık ezberlemişti. Damarları iyice belirginleşmis kocaman bir burnu ve alnının neredeyse yarısı genişliğinde kömür karası kaşları olan temizlikçi, keyfinin yerinde olduğu nadir anlarda temizlik sırasında bir türkü tutturur, çoğu zaman ise hayatını her şeye ve herkese sayıp söverek geçirirdi. Öfkeli olduğu zamanlarda içlerinden bazılarını tekmelemesi veya elindeki süpürgenin sapıyla şiddet uygulaması yüzünden tüm bölüm sakinlerinin nefretini kazanmıştı.
O sırada cılız ve kesik kesik bir ses geldi kulağına: “Dok-toor u-ya-nık-mısın?”
Yan kafesteki genç Bebeçin’in sesiydi bu. Binadakilerin içinde tanıdıkları en bilgili kişi, ihtiyaç oldukça gelen veteriner olduğundan, sol yanında kalan Bebeçin ve sağındaki heybetli kangal Hamza, kendisine:
“Üçümüzün içinde en bilgili sensin, bilmediğin yok. Biz de sana diğerlerinin veterinere söyledikleri gibi doktor diyelim” demişler ve o günden sonra üçünün arasındaki adı “doktor” kalmıştı.
“Evet, bir şey mi oldu?” diye cevap verdi kısık bir sesle.
“Dün ann-la-tı-rımm de-di-ğinn hi-ka-yenn…” dedi diğeri, kelimeleri hecelere bölerek konuşarak. “Buu-gün an-la-tır mısınn?”
“Olur, olur anlatırım” dedi ivedilikle, en çok da başından savarcasına.
“Ama şimdi bırak da azıcık daha uyuyayım, birazdan gürültü başlar burada. Zaten o zaman uyumak ne mümkün!”
Yan bölümden tok bir hırıltı geldi. Hamza söylenmeye başlamıştı.
“Amma gevezesiniz, uyumak bile mümkün değil bu lanet yerde!” diye homurdandı o gürültülü sesiyle.
Ansızın koca burunlu temizlikçinin keskin sesi ve heybetli küfürleri duyulunca üçü de yüzlerini buruşturdu. Bir kapı gürültüyle çarptı, ardından bağırtılar yükseldi. Aynı anda arka bölümlerden de homurdanmalar gelmeye başladı. Birkaç isteksiz havlama, sabahın telaşlı seslerine karıştı. Tüm köpekler uyanmış, barınakta yeni bir gün daha başlamıştı.
Yemekleri kafeslere dağıtan görevli, 20 yaşlarında Metin adında bir gençti. Üflesen yere düşecek kadar sıska olan bu delikanlı, ilk çalışmaya başladığında yemek diye kafeslere dağıtılan küflü ekmeklere ve çiğ hamurlara vicdanı sızlayarak karşı çıkmış, ancak bir süre sonra hayattaki her şeyde oldugu gibi bu duruma alışmış ve doğal karşılamaya başlamıştı. Tek başına itiraz etse ne olacaktı ki? Hiçbir şey değişmeyeceği gibi işinden de olurdu. Hem ayda bir de olsa kemikli çiğ et geldiği de oluyordu. İşte o zaman bayram yaşanırdı binada. Tüm köpekler kuyruklarını sallayarak heyecanla midelerine girecek etleri beklerdi. Dünya bir saatliğine de olsa mutlu bir yere dönüşürdü öyle anlarda. Hele bir de gönüllü ziyaretçilerin geldiği günler vardı ki…Metin bu günlerde uzaktan köpekleri izler, umutsuzca kafeslerinin bir köşesinde yatan bu yalnız ve hüzünlü hayvanların, içeri ziyaretçilerin girdiğini gördükleri andaki değişimlerine şaşardı. O andan itibaren adeta bir sevilme ve görülme yarışı başlar, kuyruklar havada uçuşur, hüzünle bakan gözlerde umut pırıltısı belirir ve kafesler hareketlenirdi. Hepsi masum bir inançla, aylardır sabırla beklemelerinin karşılığını alacakları anın sonunda geldiğini düşünür, sıcacık bir yuva özlemiyle kendilerini göstermeye çalışırlardı. Sevgiyle patilerini uzatanlar, coşkuyla kuyruk sallayanlar, neşeyle havlayanlar, heyecanla bulundukları kafeslere tırmananlar; hepsi seçilebilmek için birbirleriyle amansız bir yarışa girerlerdi. İçlerinden, ziyaretçilerden birinin kalbini çalmayı başarabilmiş olan, mutluluktan çılgına dönmüş gibi kuyruğunu sallayarak kendi etrafında döner, onu seçen o yüce yaratığın yüzünü ve ellerini coşku ve minnetle yalamaya başlardı. Bu sevgi paylaşımlarını kafeslerinden seyreden diğer köpekler yavaş yavaş seçileceklerine dair inançlarını kaybetseler de son bir gayretle sevimlilik gösterilerini yapmaya devam eder, kapılar kapanıp neşeli sesler uzaklaştığında gözlerindeki son umut parıltısının da sönmesiyle kafeslerinin bir köşesine büzülüp tanıdık hüzünlerine geri dönerlerdi. Hemen hemen hepsi yaralıydı bu köpeklerin. Çoğu fiziksel olarak ama istisnasız hepsi kalpten yaralıydı. Bazıları sokaklarda şiddet görmüş, bacaklarını, kollarını, gözlerini kaybetmiş, bazıları da besinsizlik ve virüsler sebebiyle hastalanmıştı. En çok acı çekenler de, bir zamanlar onları sevgiyle evlerine alan aileleri tarafından sonradan acımasızca terkedilenlerdi. Böyle zamanlarda içi burkulurdu Metin’in. Kalanlara o akşam bari güzel yemek verebilmek isterdi ama elden ne gelirdi. Hüzünlü gözlerle küflü ekmeklere talim ederdi geride kalanlar. Çoğu zaman, kendilerine o gün de bir yuva bulamamış olanlar yemek yemeden köşelerinde uykuya dalar, kimbilir belki de yeni evlerini ve ailelerini rüyalarında da olsa görebilmeyi umarlardı.
Metin, kokusunun midesini bulandırdığı yemekleri kafeslerdeki kaplara tek tek doldurmaya devam etti. Bu kapların çoğu kirden sapsarı olmuş, bazılarının içi yeşil yeşil yosunlaşmıştı. Görüntüden kusacak gibi olsa da “Bu benim değil Nazif’in işi” diye hayıflandı hep yaptığı gibi. Bazen kapları alıp temizlemek içinden geçse de onun görevinin temizlik değil sadece yemek dağıtımı olduğunu kendine hatırlatır: “Tek enayi ben miyim, kimin işiyse o yapsın” diyerek bu rahatsız edici düşüncelerden hızlıca sıyrılmayı başarırdı.
Temmuz’un en sıcak günlerinden biriydi. Günün bu saatinde şimdiden alnı boncuk boncuk terlemeye başlamıştı. “Bir an önce şu işi bitirsem de çıksam bu Allahın cezası binadan” diye düşünüp adımlarını hızlandırdı. Bebeçin’in kafesine geldiğinde duraladı. Her seferinde bir umut, acaba tikleri durmuş mudur diyordu kendi kendine ama Bebeçin her Allahın günü, hiç durmadan titremeye devam ediyordu. Daha bebek olduğu halde heybetli tüyleri ve iri cüssesiyle kocaman bir aslanı andıran bu garip köpeğe veterinerin “çof-çof” gibi bir şey dediğini duymuş ama onun aklında “Çin Aslanı” kelimeleri daha çok kalmıştı. Başlarda ona “Çin’den gelen aslan” diyordu Metin. Sonraları “Madem Çinli, o zaman ona Bebeçin diyelim” diye öneren de kendisi olmuştu. Binada herkes hemen benimsemişti bu ismi. Bebeçin’in kendisi bile! “Geçirdiği bir gençlik hastalığı” demişti veteriner Tuğrul tiklerinin sebebine. Virüs müymüş neymiş, onu tedavi etmişler ama bu titremeleri geçmemiş. Bazen onu seyrederken yorulurdu Metin. Her an hiç durmadan titreyen kocaman bir aslan! “Nasıl uyur ki bu?” diye düşünürdü kendi kendine.
Bebeçin, Metin’i görünce durmadan titreyerek hüzünlü kocaman gözleriyle “Artık biraz durup dinlenmek istiyorum, yardım etsene bana” der gibi baktı ona. Ve yavaşça kalkarak bir yandan titrerken, bir yandan da usul usul hiç de davetkar görünmeyen yemek kabının yanına yollandı.
Hamza, Metin’in bıraktığı yemeği görünce söylenmeye başladı. Çok açtı. Hatta açlıktan midesinin duvarları birbirine yapışmıştı ama bu küflü yemeği artık içi kaldırmıyordu. Gün geçtikçe kilo da vermeye başlamıştı. Yine de yılların güçlü kuvvetli kangalı mertliğe leke sürdürmüyor, geçen yıllara ve besin yetersizliğine rağmen dimdik ayakta durmaya çalışıyordu. Tek sorun artık bir gözünün görmüyor olmasıydı. Bir arsada oynayan çocuklar tarafından kafasına atılan taş gözüne isabet etmiş, sağ gözünü kaybetmesine neden olmuştu. Veteriner Tuğrul onu buraya bir gözü tamamen kapanmış halde getirdiklerinde gözünün içine bir takım aletlerle iyice baktıktan sonra “Bu gözün bir daha görmesi imkansız” demişti binadakilere. Çok bitkindi buraya geldiğinde. Onu nasıl alıp getirdiklerini bile hatırlamıyordu. Veterinerin tedavileriyle kendine gelmiş ama sağ gözüne bir daha kavuşamamıştı. Buna da razıydı Hamza, ya iki gözünü birden kaybetseydi? İsmini de veteriner Tuğrul vermişti ona. Yıllarca isimsiz “koca kangal” olarak dolaşarak meşhur olmuşken, hayatının bu yaşlılık döneminde “Hamza” ismi uygun görülmüştü ona. Olsun varsın, Hamza ismini yakıştırmıştı hem kendine. Binada herkes öyle tanıyordu artık onu. Hey gidi koskoca kangal Hamza! Bir zamanların sokakların kangal efendisi Hamza. Bugünleri de mi görecekti? Şimdi bu binada (Doktor ve Bebeçin’le bina diyorlardı buraya) onu hiç kimsenin sahiplenmeyeceğini bilerek sonunu bekliyordu. Gelen ziyaretçiler onu alıp ne yapsındı ki, daha genç ve daha sevimli olanları seçmek isterdi herkes. Hele de çocuklu aileler gelirse… Çocuklar heyecanla yavrulara koşarlardı.
“Bebeçin de bahtsız” diye düşündü Hamza. Henüz yavruydu ve çok güzel yumuşacık tarçın rengi tüyleri vardı ama sürekli titreyen kocaman hasta bir aslanı kim ne yapsın ki? “Sinir sistemi fazla dayanmaz” dediğini duymuştu Veteriner Tuğrul’un bir gün diğerlerine. Doktor dahil kimseye söylememişti bunu ama için için her an kötü bir şey olmasından korkuyor, bu konu aklına düştüğünde içini bir sıkıntı kaplıyordu. Ama doktor belki de biliyordu çoktan, o herşeyi bilirdi. Onun varlığı Hamza’ya güven veriyordu bu binada.
Güçlükle yerinden kalkarak kendine gelmeye çalıştı. Ayaklarının üstüne kalkmak ve dengesini bulmak son zamanlarda iyiden iyiye zorluyordu onu. Ön iki ayağından güç alarak gövdesini yavaşça kaldırdı. Ardından arkadaki üçüncü ayağı, öndeki ikisini takip etti. Metin’in kabına koyduğu davetkar olmayan görüntüye bir anlığına dalgın dalgın baktıktan sonra öne doğru bir hamle yaparak fazla düşünmeden yemeye koyuldu. Ayakta kalabilmesi için yemeğe ihtiyacı vardı. Dışarıdan bakıldığında oldukça yorgun ve yaşlı dursa da, son ana kadar savaşçı olanlardandı o. Salt bu hayata gelmiş olduğu gerçeğinin başlı başına bir anlamı olduğuna inanıyordu. Hayatının en güzel yıllarını yaşadığı çiftlikte şefkatli sahibesi, ona aslında hayattaki amacını da öğretmişti.
“Sen her şeyin farkındasın” derdi ona beyaz tüylerini okşarken. “Bu farkındalığın, seni insanlar ve köpekler de dahil diğerlerinden farklı kılıyor. Senin bu dünyaya geliş sebebin belki de hem insanlara hem diğer canlılara destek olup, yol göstermek”.
İlk kez o zaman aklına düşmüştü bu konu. Kendini hep diğer köpeklerden farklı görmüş ve onların arasında yalnız hissetmişti. Ancak bu, o ana kadar kendi kendine açıklayamadığı bir farktı. Demek bu “Her şeyin farkında olmak” demekti. Bazen, diğer köpekler gibi olmayı istese ve çoğu zaman onlardan ne kadar farklı olduğunu görüp yalnızlığı artsa da, zaman içinde bu özelliğin iyi bir şey, bir bakıma bir ayrıcalık olduğunu öğrendi. Ayrıca, insan da olsa, köpek de, kuş da, içlerinden bazı canlılara daha yakın hissetmesinin sebebi onların da “farkında” olmasıydı. Bu sırrı çözdüğü andan itibaren bunun yaşam amacı olduğunu, farkındalığıyla, farkında olmayan diğer canlılara destek olmanın onun yaşama gelme sebebi olduğunu idrak etmişti.
İnsanlar ise mutlu olmaya takıntılıydılar. Kendilerini gerçekten keşfetmeye çalışmadan bütün yaşamlarını mutlu olmak için çabalamaya harcarlardı. Neyse ki köpeklerin insanlar gibi mutluluk derdi yoktu. Onlar herşeyi olduğu gibi kabul eden canlılardı. Mutlu olmaya fazla çabalamadan, hayat ne getirirse kabullenerek ve uyum sağlayarak, kendilerini tıpkı suya bırakır gibi yaşama bırakırlardı. Ancak bir köpeğin amacının ne olduğunu bilmesi önemliydi. Ve o amaç doğrultusunda onurlu ve görev sorumluluğuyla dolu bir yaşam sürmesi, bir köpeğin “Güzel bir hayatım oldu” diyebilmesi için en başta gelen şarttı. Ah, şefkatli güzel sahibesi onurlu yaşama konusunda ne kadar örnek olmuştu ona! Sevilen sayılan bir kadındı. Kocasının genç yaşta ölümünün ardından çiftliği tek başına çekip çeviriyor, ördekten köpeğe pek çok hayvan besliyordu. Orada büyümüştü Badem. Evet, çiftlikteki gerçek adı Badem’di. Ama Badem ismini burada kimse bilmezdi. Hamza ve Bebeçin için “Doktor”, binadaki görevliler için ise “Akbaş”tı o. Veteriner Tuğrul cinsinin Akbaş olduğunu söylemişti diğerlerine. O yüzden de tüyleri bembeyaz, gözleri badem gibiymiş. “Çok hızlı koşar bu tür” diye anlatmıştı heyecanla. “Bir zamanlar hızlıydım evet” diye düşündü Badem. Çiftlikteki diğer köpekler yetişemezdi hızıma”.
Sahibesinin onu “badem gözlüm” diye sevdiği o tatlı günler aklına düştüğünde kalbine bir ağırlık çökerdi. Ne kadar özlüyordu onu ve o günleri. Küçükken hayatının hep aynı yerde ve aynı şekilde kalacağını düşünürdü. Sahibesinin sabun kokulu elleri kafasını tatlı tatlı okşarken sanki sonsuza kadar öyle yaşayabilirmiş gibi gelirdi. Başına gelecekleri nereden bilebilirdi ki?
Yemek kabındaki son lokmayı da çevik bir dil hareketiyle sıyırıp kafasını kaldırdığında telin diğer ucundan ona bakan kocaman siyah gözlerle karşılaştı. Bebeçin, kulakları havada, sürekli hıçkırır gibi düzenli kesik hareketlerle titreyerek kendisini izliyordu. Göz göze geldiklerinde gözleri parladı Bebeçin’in, yüzünden sabırsız ve aydınlık bir gülümseme geçti. Sonra yanakları titreyerek sallanmaya devam etti.
“Tamam küçük kız” dedi Badem babacan bir sesle. “Anlatacağım hikayemi. Ama Hamza da gelsin. O da merak ediyordu” dedikten sonra arkasına dönüp sağındaki kafese baktı. Hamza kafesin onlara en uzak ucunda yanağını yere dayamış yatıyordu. “Hey Hamza!” diye seslendi Badem. “Hikaye dinlemek ister misin?”
“Şanslı bir köpek olarak doğmuşum çünkü harika bir çiftlikte büyüdüm. Özgürce koşup oynadığım, sevildiğim, hayatı öğrendiğim bir yerdi benim icin çiftlik. Aslında hayatın tam da kendisiydi. Melek yüzlü bir sahibem vardı benim. Her sabah erkenden uyanır, onun yanına koşardım. Bana sevgi dolu bir bakışını yakalayabilmek ve ondan aferin alabilmek için elimden gelen tüm maharetlerimi gösterirdim. O, sevgi ve takdirle başımı okşadığında dünyalar benim olurdu. Arasıra hayvanlar arasında kıskançlıklar da olurdu tabi çiftlikte. Benim “gözde” olduğumu düşünen diğer köpekler beni kıskanır, bazen tepki gösterirlerdi ama bu çok uzun sürmezdi ve tekrar birlikte oyunlara dalardık. Kötülüğün ne olduğunu bilmeden büyüdüm aslında- ta ki dışarıdaki dünyayla tanışana kadar. Her şey melek yüzlü sahibemin hastalanmasıyla başladı. Hiç beklenmeyen bu hastalıkla sahibem kısa bir süre sonra aramızdan ayrıldı. Hasta olduğunu ilk ben hissetmiştim. Ve hissettiğim andan itibaren gözüme uyku girmedi. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu, gözümün önünde hızlı bir şekilde yok oluyordu. Hayatımda ilk defa korkuyla tanıştım. Çok üzüntülü geçen ilk haftaların ardından aklıma ilk defa o ölürse bana ne olacağı gelmişti. Kısa süre sonra da korktuğum başıma geldi. Çiftliğin yeni sahibi olan genç yeğenin gelmesiyle birlikte çiftlik çalışanları her köşede gizli gizli fısıldaşmaya, çiftliğin tamamen yok edilip yerine bir butik otel yapılacağını konuşmaya başladılar. Butik otelin ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu ama orada bize yer olmadığını içgüdülerimle sezmiştim. Genç yeğen sinirli ve hırslı bir adamdı. Bir gün yavru kedilerden birini, sadece ayağına dolandığı için tekmelemiş, kedi, kanlar içinde duvara yapışmıştı. Mutfakta çalışan emektar kadın gelip yavruyu öfkeli adamın elinden kurtarmış, kanlar içindeki hayvanı çiftliğin su tesisatını tamire gelen ustanın arabasıyla çiftlikten uzaklaştırmıştı. O gün çalışanların aralarında, yavru kedinin tedaviye götürüldüğünü konuştuklarını duydum ama onu bir daha hiç görmedik. Bu olaydan bir kaç gün sonra bir akşamüstü çiftliğe arkası açık kocaman bir araba geldi. Arabadan inen göbekli iri yarı adamla yanındaki genç, yeğenle bir şeyler konuştuktan sonra beni ve çiftlikteki diğer iki köpeği arabaya bindirdiler. Hepimiz korku içindeydik ve başımıza ne geleceğini bilmemenin verdiği endişeyle arabanın arkasında birbirimize sokulduk. Hiçbirimizin ağzını bıçak açmıyordu.”
O sırada bir an duraksadı Badem. Bebeçin’in titremeleri artmış görünüyordu. Endişelendiği veya korktuğu zamanlar daha kötü olduğunu biliyordu. Sakinleşmesi için biraz zaman tanıdı. Hamza ise çenesini yere dayamış düşünceli bir şekilde kendisini dinliyordu. Bebeçin devam etmesi için ısrar etti. Gözlerini kocaman açmış, titreyerek kendisine bakıyordu.
“Araba, ne olduğunu tam kestiremediğim keskin kokulu tarlaların arasından bir süre devam ettikten sonra ormanlık bir yola girdi. Hava iyice karardığı için nerede olduğumuzu tam seçemiyordum ama etraftaki sık ağaçlardan ormanın içinde olduğumuzu anlamıştım. Bir kaç dakika sonra motorun sesi sustu. Kısa bir iki konuşmanın ardından arabanın kapıları açılıp kapandı. Yaprak ve çalı hışırtılarının ardından bizi bindirdikleri kapının açıldığını ve iki adamın bize baktıklarını gördüm. “Haydi inin bakalım it oğlu itler!” diye gürledi iri yarı olan. Çekingen adımlarla peşpeşe otların üstüne atladık. Gecenin sessizliğinde kuru dallar umursamaz bir gürültüyle çatırdadı. Biz etrafı koklarken iki adam çoktan arabaya binmiş ve motor calışmıştı. Arabanın gözden kaybolmasıyla birlikte farların aydınlattığı orman, birbiri ardına gölgelerin dansettiği, dalların birbirine girerek garip şekillere benzediği korkutucu bir görüntüye bürünmüştü. Sonra etraf derin bir sessizlik ve karanlığa büründü. Yakınlardaki bir ağacın tepesinden yalnız bir baykuşun ürkütücü çığlığı duyuldu. Çaresizce birbirimize baktık; geri dönüşü olmayan yeni hayatımız başlamıştı ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.”
Bebeçin’in titremesi çok artmıştı. Böyle anlarda zor nefes alır, hırıltılı sesler çıkarırdı. Badem: “Bugünlük bu kadar” dedi. “Dinlenmen lazım Bebeçin”.
Bebeçin yattığı köşeden halsiz bir şekilde baktı ikisine. Titremekten yorgun düşmüştü. Gözlerini kapadı ve uykunun rahatlatıcı kollarına kendini bıraktı.
Dışardaki havlamalarla gözünü açtı. Hava kararmaya başlamıştı bile. Tavandaki küçük camdan gelen gün ışığı yerini grimsi mavimsi bir alacakaranlığa bırakmıştı. “Ne kadar da çok uyumuşum böyle” diye düşündü. Kalkmaya çalıştı ama başaramadı, gerisin geriye yere düştü. Sanki bir güç, aşağı çekiyordu onu. Bacaklarındaki bütün takat adeta çekilmiş gibiydi. Gözlerinin karardığını hissetti. Binanın içi çok sessizdi. Dışarıdaki gürültülerden Hamza ve Doktor da dahil olmak üzere tüm köpeklerin hava almak için arsaya çıktıklarını anladı. Bu saatlerde genelde binanın içinde kimse kalmazdı. Uyuyor diye onu uyandırmamışlardı anlaşılan. Arka ayaklarını dikleştirerek bir kez daha ayağa kalkmayı denedi ama başı döndü. Gözlerinin karardığını ve bir boşluğa düşmek üzere olduğunu hissetti. Bir yandan olanca gücüyle titriyor, titremesi başının dönmesini daha da artırıyordu. Ağzını açıp seslenmek istedi. Binada kalan birisi varsa sesini duyar gelirdi. Avazı çıktığı kadar havladı ama ağzını açtığı halde sesi çıkmıyordu. Zorlukla nefes alıyordu. Kendini yere yan yatırıp nefes almaya çalıştı. Nefesi sıkıştığında güzel şeyler düşünmesini öğütlemişti ona Doktor. Gözünün önüne Elif’in parlak gözlü kocaman gülümseyen yüzü geldi. Tam karşısında duruyor, ona elini uzatıyordu. Patisini Elif’e uzattı ve kalktı. Birlikte koşarak Elif’in kurabiye kokulu odasına gittiler. Camın önündeki yumuşacık puf aynı yerde duruyordu. Bebeçin, atik bir hamleyle pufun üstüne atladı her zaman yaptığı gibi. Elif de gelip ona sarılıp uzun tüylerini okşamaya başladı. Oynamayı çok sevdiği ıslak burnunu tutup baş parmağıyla üstüne bastırdı. Bebeçin her zamanki gibi bu harekete sinir olsa da sesini çıkarmadı. Elif ne istese yapmaya hazırdı şu an. Onu o kadar çok özlemişti ki! Saatlerce koşup oynarlardı birlikte. Sonra her şey hızla değişmişti. Elif’in annesi hep fazla çalışmaktan ve yorgunluktan şikayet eden sinirli bir kadındı. Zaman zaman onun odasına kapanıp ağladığını duyardı Bebeçin. Onu şehir dışında yaşayan yaşlı akrabalarına bırakmaya karar verdiklerinde Elif günlerce ağladı. Bebeçin için ise hayat başlamadan bitmiş gibiydi. Yaşlı akrabanın evine gittiğinde titremeleri kendini göstermeye başlamıştı. Kendini sürekli hasta hissediyor, halsizlikten zor hareket ediyordu. O evde kalması uzun sürmedi. Hasta ve büyük bir köpeğe bakamayacağını anlayan yaşlı akraba, onu yağmurlu bir akşamüstü barınağa getirdi. Elif’den ayrıldığından beri çok yalnız hissediyordu Bebeçin. Ne yapmıştı ki böyle yalnızlığa terk edilmeyi hakedecek? Hamza ve Doktor’un dostluğu ona çok iyi hissettirse de hiçbiri Elif’in yerini tutmuyordu. Bir daha Elif’i görebilecek miydi? Ah ne kadar isterdi şu an onun yanında olmasını. Onu tekrar yanında hissedebilmek için gözlerini kapadı. Elif gülümseyerek ona bakıyordu. Bebeçin’in gözleri bir an için parladı, sanki güneşin tüm ışığı gözlerine dolmuştu. Sonra her şey ansızın kör bir karanlığa büründü.
Meltem Soǧuk Stropoli